29 Kasım 2010 Pazartesi

Mavi Yolculuk 3.Gün Orhaniye-Bozburun-Simi






Güzel bir uykunun ardından Orhaniye'de güne merhaba dedik hızlı bir toparlanma sürecinden sonra demiraldık ve ilk olarak Martı Marina'da yakıt ikmali yaptık. Biraz pimpirikli olduğumdan, denizin de şakası olmadığından her bulduğumuz yerde yakıtr ikmali yapacağız diye konuşmuştuk.

Orhaniye'den çıkıp Bozburun'un çıkışındaki son koya gittik. Tam kahvaltı hazırlıkları yaparken yaşlıca bir amca sandalla yanımıza yanaştı ve sıcak köy ekmeği getirdi, köy ekmeğinin 10tl olması ufak bir teferruat olarak kaldı :)
6 saat kadar bu koyda dalış yaparak, wakeboard yaparak vakit geçirdik.
Saat 17.00 geldiğindeyse toparlanıp demir aldık, bir sonraki durağımız Yunanistan'ın Simi adası.
Anlatılanlara göre adada Manos diye bir retoran varmış, ve bu restoranın sahibi olan Manos adada sözü geçen biriymiş. Önceki günki Kos deneyimimizden sonra sonra bir Yunan adasına giderken kendimizden çok eminiz, problem yaşamamak adına.
Deniz biraz dalgalı ve karşıdan alıyoruz. Kenan, Onur'un teknesine geçti tek başımayım  teknede yağmur tentesi olmadığından sudan çıkmış balığa döndüm. Diğer teknedekiler benim kadar şanssız değildi.
45 dakikalık bir seyirin ardından Simi'ye ulaştık. Liman tıka basa dolu 2 tekne en az 5 tur atınca gümrük polisinin yeterince ilgisini çektik. Mooring man dedikleri palamarlardan biri bize yer gösterdi, Kos'da böyle bir durum yaşamadığımızdan biraz tedirgin olduk. Tedirginliğimiz de boşa değilmiş 2 dakika sonra palamarın yanına bir polis geldi ve evraklarımızı, translogumuzu, pasaportlarımızı sordu. Biz de herşeyimizin tam olduğunu söyledik. Pasaportlara bakınca vizeniz yok cevabıyla soğukkanlılığımızı koruyarak, zaten gerek de yok dedik. Bunun üzerine "no visa, no entry" cevabıyla karşılaştık. Baktım ki işler sarpa sarıyor hem fazla diyaloğu girmemek adına hem de üste çıkmak adına az ingilizce biliyormuş gibi yaparak, " your president and Tayyip shake hands" dedim. Dediysem de nafile bizim basının zafer olarak haber yaptığı vizesiz giriş hikayesinden gümrük polisinin haberi yokmuş. En son koz olarak denizdeyiz ve açız yemek yiyip gidecez dedim. Ama bu son kozum da tutmadı. Kısacası Manos içimiz de uktu kalarak kararmaya başlayan havayla beraber memleketimize doğru dümen kırdık.İçimde ukte kaldın Manos, bekle beni birgün geleceğim...

Planımızda o gece Simi'de kalıp ertesi gün Marmaris'e geçmek vardı. Planın dışına çıkmıştık, güvenli bir koy bulup kalacaktık, Bozburun'un Marmaris tarafında ilk bulduğumuz koya girdik, korunaklı mı değil mi diye bakınırken birnin bize fenerle işaret çaktığını farkettik. Fenere doğru yanaştığımızda güzel bir iskele ve yukarısında salaş bir restoran olduğunu gördük. Ali Baba adındaki bu yer sadece denizden ulaşımı olan mavi yolculuk yapanlara bağlama, komaklama imkanı sağlayan bir yer.
Fazla vakit kaybetmeden tekneleri bağladık, rakımızı alıp restorana geçtik. Genelde restorana rakıyla gitmeyiz ama okadar salaştı ki içmek istediğimiz rakıyı bulamayacağımızdan emindik ve yanılmadık da :)

Ali Baba'nın sahibi olan arkadaşla uzunca sohbet ettik, denizin ortasında yeri olup da bir tek çiftlik balığı satan yer burasıdır heralde. Çiftlik balığı istemediğimizi söyleyince karavita diye bir deniz böceklerinin olduğunu söyledi. Farklı lezzetlere açık olduğumdan ben ondan sipariş ettim. Böcek fena değildi ama hesap inanılmazdı. Önceki gün Sardunya'da ödediğimiz hesabı hiçbirşey yemeyip içmeyerek buraya verdik. Ve malesef mutfağının durumuna da şahit olduk, içler acısıydı.

Son dublelerimizi de çektikten sonra kamaralarımıza çekilip günü bitirdik...

21 Kasım 2010 Pazar

Mavi Yolculuk 2. Gün Datça - Bencik - Orhaniye - Selimiye

Hakkımızda yapılan spekülasyonların aksine mükemmel bir uykunun ardından saat 9.00da uyanıp hiç oyalanmadan demiraldık. İstikamet Bencik Koyu. Durdun denizde yaklaşık 2 saatlik bir seyrin sonunda cennetten bir parça olan Bencik Koyuna vardık. Açlık iyicene bastırdığından biran önce sağlam bir yere demiratıp kahvaltı hazırlıklarına başlıyacağız. Etrafta azımsanmayacak sayıda tekne olduğundan keyifli bir yer bulup yerleşmemiz bir hayli vakit aldı.
Görev dağılımında yemek hazırlıkları Kenan’da, yemek sonrası toparlama bulaşık işleri bende. Esasında mecburen bende, ben de olmasa da ufacık yerde dağınıklık işleri zorlaştırdığından, toparlamadan, sırtımı dayayıp keyif yapamıyorum.
Buarada Onur ilk çay için cattle kullanmayı denemesinde cattle yakıyor ve çay sefası başlamadan bitiyor, Allah’tan çay derdim yok J
Kahvaltı sonrası koyda denize girdikten sonra hemen koy çıkışında olan  Dişlice Adasına gidiyoruz. Ada ıssız bir ada, birtek biz varız. Vakit geçirmesi daha keyifli olacağından oraya kıçtan kara yapıp günü orada geçirmeye karar veriyoruz.
Onur balık vurma hayaliyle şnorkeliyle zıpkınını akıp dalmaya başlıyor, bu sırada “sizi burada yalnız bırakır mıyız?” dercesine 1 er 2 şer tur tekneleri gelmeye başlıyor. Oranın yerlisi muamelesi görmeye başlıyoruz, hele ki teknenin kıçında tıraş olmam turistlerin bir hayli ilgisini çekiyor. Kaya tırmanışı dalış derken saat 18.00 olmuş, toparlanıp Orhaniye’ye gitmek üzere demiralıyoruz.
Önceden planladığımıza göre bu gece Orhaniye’de kalacağız. Orhaniye’ye ilk vardığımızda koyun girişinde tanıdık bir şeyle karşılaşıyoruz. Şey dememin sebebi sebebi sözlükte pek karşılığı, dünyada da pek benzeri olmayışı, basının taktığı isimle yüzen ev J
Orhaniye’ye vardıktan sonra karnımız iyiden iyiye acıktı, benim derdim birkaç duble rakıyı Ege’nin lezzetli balıklarıyla paylaşmak. Onur ise ayrı dünyalarda bize masraf ettirmeyip kendi tuttuğu balıkları ikram edicek. Israrlarımız sonucu ertesi gün onun tuttuğu balıkları yiyeceğimizi bu akşamlık restorana gitmeyi kabul ettiriyoruz.
Saatin 20.30 olmasıyla hava iyiden iyiye karardı. GPS yardımıyla kıyıdaki restoranlara ulaşmaya çalışıyoruz. Tabi söylenmesi gereken bir dip notta Orhaniye’de Kız Kumu dedikleri kıyıdan başlayıp koyu ortasından kesiyor. Sadece koy girişinden hesaplandığında en sağ taraftan deniz trafiği işliyor. Uzun lafın kısası Kız Kumuna Tekneyle girmek tatilin başlamadan bitmesi anlamına geleceğinden gayet temkinliyiz.
Orhaniye’de balıkçı aranıyoruz ama nafile hangi restoranın camekanlı dolabına baksam çiftlik çuprası ve kebap var. Hayatta da böyle yerlerde yemem, bence bir mekan ya kebap yapar ya da balık, ikisini birden yapan yerden ben keyif alamam.
En son baktım olacak gibi değil, girdiğimiz bir restoranda garsona sordun
-ya kardeş kusura bakma bir şey soracam, buralarda meşhur bir balıkçı varmış ama sanırım yanlış yere geldik biz, adını da hatırlayamıyorum. (esasında tamamen uyduruyorum, denize kıyısı varsa kesin bir meşhur balıkçısı vardır diyorum)                                                                                                                                           - abi sen Sardunya’yı diyorsun.
-(BİNGO)
Oltaya gelen arkadaştan Sardunya’nın tarifini alıyoruz ve GPS’ten aramaya başlıyoruz.
2 koy kadar yanda Selimiye’deymiş Sardun’ya, Selimiye’ye girdiğimiz hiç zorlanmadan buluyoruz, önce ışığa doğru gidip sonra pahalı yatların olduğu yere gidip doğru yer mi diye sorduğumuzda nokta atışı yaptığımızı anlıyoruz.
Mükemmel ahtapot, muhteşem lağos, buz gibi rakı,eşsiz dostlar, ve iskelesindeki mega yatlara inat uygun hesap. Bir gezgin böyle bir gece de daha ne ister ki.
Selimiye Sardunya Restoran tur boyunca gittiğimiz en güzel yerlerden biriydi, inşallah buraya tekrardan bir gün yolum düşer.
Sardunya’dan kalkıp Orhaniye’ye geri dönüyoruz, Kenan’la uyku derdindeyken Onur’inatla gece gündüz dinlemeden dalma derdinde.
Yine karavana olsa da gecenin 2.00’sinde Onur feneriyle dalarken Kenan’la son tekimizi atıp , bir günü daha bitirip uykuya daldık.







19 Kasım 2010 Cuma

Mavi Yolculuk 1. Gün Bodrum - Kos - Datça

Yaptığımız 10 günlük Mavi Turun ilk günü...

Bir hayalin gerçek olması kadar güzel ne olabilir ki…
Tekne sahibi olduğumdan beri kafamda İstanbul Antalya arasını denizden gitme hayalim vardı. İş ciddiye bindiğinde rotada ciddi bir tadilat oldu. Antalya Bodrum arası gezilip görülecek yerlerin çok olması bizi buarada yoğunlaşmaya itti.
Yaklaşık altı aylık bir teorik çalışma sonucu güzergahımızı belirlerdik. On günlük bir seyahat plankladık, üç arkadaş iki tekneyle çıkacaktık. Bodrum Güvercinlik’ten demir alıp hayallerimize doğru yelken açacaktık.(motoryatta yelken yok ama bu ifade güzel olduJ )
Teknemizi kardan römorkla Bodrum’a götürüp Güvercinlik’te suya attık.
Sabah saat 9.00da tüm hazırlıklarımızı tamamlayıp demir aldık. Rotamızdaki ilk durağımız Yunanistan’ın Kos adası. Güvercinlik Kos arası yaklaşık 1 saat, ilk çıktığımızda gayet sakin olan deniz vaktin ilerlemesiyle birlikte biz yol aldıkça dalgalanmaya başladı. Yaklaşık yarım saat yol aldıktan sonra kendi karasularımızdan çıktığımız için durduk ve bayrak değiştirme işlemine başladık. Buarada Kenanla beraberiz diğer arkadaşımız Onur yurtdışı problem yaratabilir diye düşündüğünden bize günün sonunda Datça’da katılacak. Bayrak değiştirme sırasında Kenan’la muhabbet ederken ona bayrağı ters asmanın fethetmek manasına geldiğini anlatırken dalgınlıkla Yunan bayrağını ters asıyorum, neyse ki bizim bayrağımızın tersi de düzü de bir J
Kenan’da Alman vatandaşlığı olduğundan onda bir sorun yok ama bende vize yok ve bu beni endişelendiriyor, olabilecek kötü senaryoları çiziyoruz kafamızda, ya almazlarsa diye. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmiyor ve sanki oranın yerlisiymişiz gibi girip teknemizi limana bağlıyoruz.  İlk durağımız vakit kaybetmeden freeshoplar oluyor. Kos’da içki fiyatları çok uygun, biz de seyahatimiz alkol ikmalini buradan yapıyoruz, şampanya, viski, votka, puro. Bir büyük valiz dolusu ganimeti tekneye bıraktıktan sonra adayı gezmeye başlıyoruz. Dutyfree mağazalarını gezerken seyahatin ilk piyangosu bana vuruyor, bir mağazada puro bölümüne gezip mağazadan çıktım, çıkmamla beraber ardımdan mağaza sahibi fırladı, puronun parasını neden ödemiyorsun diye bana çıkışmaya başladı, tekneden çıkarken yanıma bir tane puro almıştım koruyucu kılıfı olmadığından da kırılmasın diye elimde taşıyordum, eleman da o puroyu içerden aşırdığımı sandı “bu benim purom” diye cevap verince de aynı küstahlıkla geri dükkanına döndü, ne bir özür, ne de mahçubiyet… Fazla üstelemeden yolumuza devam ettik, vize falan da olmadığından iş uzarsa ciddi problem yaşayabilirdik..
Limandan önce mazot almak için gittiğimiz benzin istasyonundaki elemanın pompaların yanında sigara içmesi ne kadar, sanki Türkiye’deyim derdirtse de Ada’nın içi sanki Avrupadan bir parça, mağazalar, trafik akışı restoranlar gayet keyifli, Ada’nın merkezinde bir cami var, ana meydan orası, altında da Illy’s Cafe, espresso hastası biri olarak kafamın bir köşesine yazıyorum yemek sonrası keyif burada yapılacak. Limanın önü aynı Bodrum limanındaki gibi pizzacılarla pidecilerle dolu, biz ise esaslı balık yiyebileceğimiz bir yer arıyoruz.  Çok geçmeden güzel bir balık restoranı buluyoruz, bir aile işletmesindeyiz, yemekleri yapan da servis yapan da aynı adam, bir yandan da etrafta koşuşturan torunlarını oyalamaya çalışıyor. Beyaz duvarlı, mavi masalı hoş sade bir yerde mavi yolculuğumuzun ilk ziyafetini çekiyoruz. Ardından da cami altında kahve puro keyfi. Buarada söylemeden geçemeyeceğim ayrı bir nokta da, Yedigöller’de bizi hayalmırıklığına uğratan Turkcell çekim gücü burada kendini affettiriyor. Gidicek olanlara tavsiye, telefonunuzun ayarlarından yurtdışı dolaşıma kapayın Yunan hattına girmeden Türk şebekesinden konuşun.
Yaklaşık dört saatlik bir Yunanistan ziyaretinden sonra Datça’ya gitmek üzere demir alıyoruz. Yolda Onur’da kendi teknesiyle bize katılıyor. Datça’ya girmeden önce burunda Knidos’un yanındaki koyda biraz sohbet muhabbet edip denize giriyoruz, ardından da günbatımı eşliğinde Datça limanına bağlıyoruz, akşam güzel bir restoranda lağos rakı ziyafeti çekiyoruz. Yemek sonrası Datça’da biraz turluyoruz, diğer tatil yörelerine kıyasla lüksü olmayan kendi halinde bir yer, tabi gündüz gözü değerlendirme fırsatımız olmadı, babamın tavsiyesiyle aldığımız badem ezmesi ve çiğ badenler mükemmeldi, günün son rakısını da teknede bademlerle mehtaba karşı yuvarladıktan sonra, uyumak için kamaralarımıza çekiliyoruz.






11 Kasım 2010 Perşembe

Ömerli Offroad

Yaşanacakları, geceki sağanak yağıştan tahmin etmek okadar da zor değildi esasında, ama bugün yaşananlar tahminlerimin de ötesinde gelişti.
Sabah güne her zamanki gibi bir başlangıç yaptım, aceleyle kahvaltı ardından geceden kolaylanan çıkış hazırlıklarının tamamlanmasıyla yola çıkıyoruz. Eşim beni evden uğurlarken yine aynı ekşi suratı yapıyor, silahlardan hiç hazzetmez, ve bu tip gezilere av tüfeğiyle gitmeme ilk günden beri muhalefet. Bazı konular varki mantıklı bir açıklaması olsa bile, kadınlara anlatması neredeyse imkansızdır. Öyüzden ben duymamazlığa gelip bildiğimi okumayı tercih ediyorum.
Ömerli civarlarına yaptığım bu gezimde bana komşum Sedat eşlik etti. Kendisine sıkı sıkıya tembihlememe rağmen rağmen o kıyafet konusunda biraz rahat ve şık davranmış. Kendisine daha önceden kalın giyinmesi gerektiğini, başımıza gelen örnekleri anlatarak izah ettiğimden vicdanen rahatım. Ev yakınlaından kumanya temini yaptıktan sonra parkurumuza doğru yol almaya başladık. Ömerli’yi de geçtikten sonra sapağpmızdan girdik ve sağlı sollu yolları kesmeye başladık, birçok yerde su taşması vardı. Geceden başlayan sağanak yağmur devam ediyordu. Trafiğinde yüzümüze gülmesiyle yarım saat içerisinde parkurumuzun başlangıcına vardık.
Yakacaktan içeceğe her türlü konfor bagajda mevcut, parkur tamamlandıktan sonra ateş yakıp keyif yapmak gibi planlar var kafamızda, hayal olma hakkı her zaman saklı olan. Daha önceki deneyimlerimizde de sabit olduğu gibi, eğer o gün offroad yapıyorsan, ogünün akşamına program yapmamak gerekiyor. Sonrasında yetişilmesi gereken bir yer olmayınca, insanın kafası daha bir rahat oluyor, böylece daha üretken ve dinamik oluyorsun. Eğer bir yere yetişme kaygın varsa bu hem kendini hem de etrafındakileri strese sokup huzursuz ediyor. Ozaman da iş keyiften çok eziyete dönüşüyor.
Neyseki bizim planlar tamamen keyfiydi, iptali halinde bir sıkıntı yaşamayacaktık.
Parkura girdiğimiz de bize cıvık bir zemin pek de hoş olmayan bir karşılama yaptı, mahallenin çocuk seven ağır abisi misali şöyle bir sarsarsak hatrımızı sordu. Ama fazla tutmadı, hiç durmadan devam ettik. Buarada Sedat başına gelebileceklerin belki de onda birini hayal etmeye başladı ve saklamaya çalışsa da stresi yüzünden okunoyordu. Neyseki güzel manzara ve doğayla bütünleşmek hoşuna gitmiş olacak ki, kameralarla uğraşmaya başlaynca yolun şeklini unutup keyifle çekimlerine başladı.
Yolda fotoğraf çekmek, atış yapmak için iki kere durduk, bu keyfi molalar dışında hiç zorlanmadan parkurun üçte ikilik kısmını tamamladık ve zorluk derecesi böyle yağışlı havada çok yüksek olan 50 metrelik bir bölüme geldik
Yağan yağmurla beraber zaten zor olan yol iyicene beter olmuş, 1.5 şerit genişliğinde rampa yukarı, toprak kırığı olan bir yol burası. Yolun üstü rengi beyaza kaçan bir  çamurlu kaplı, zaten bu yola girmemizle batmamız bir oldu. Ama dert edecek bir şey yok, zaten amaç batıp çıkmak. Hoş batmadan geçmek daha seri ve zahmetsiz ama bu işte kadere siteme pek yer yok, vakit kaybetmeden çalışmaya başlamalı çünkü hava kararınca durum pek hoş olmuyor.
İlk etapta çamurdan çıkmak için pilotajla denedik ama hiçbir işe yaramadı, difransiyel kilitlerini devreye soktuk onlar da bu işin üstesinden gelemeyince, son ve kesin çözüm olan vince başvurduk.
Buarada eklenmesi gereken bir ayrıntı da , biz bunları yaparken yağmurun durmuş olması, çünkü bu uğraşlar sırasında sert yağışlı bir hava olsa işin tadı iyicene kaçıyor. Anlayacağınız bir sefer de olsa şans yüzümüze güldü.
Sedat ilk defa vinçle araba çıkarttığından, başlangıçta pasif kalsa kısa sürede olayı kaptı ve tam bir takım gibi çalşmaya başladık.
Benim kafamda tasarladığım planda vinci 3 kere kullanacaz, sağlı sollu sırayla bağlayıp çektikten sonra en sonunda düzlüğe çıkacaz. İlk aşamayı sorunsuz bir şekilde çektirdik, ikinci çektireceğimiz yerde vinç yavaşlamaya başladı, ben bunu çelik haladın pislenmesine bağladım kendi kafamda fakat bunun sebebini kısa süre sonra öğreneceğiz.Bilemediğimiz ama tahmin yürüttüğümüz sebeplerden dolayı biraz zorlansak da ikinci aşamayı da atlattıktan sonra en zorlu olan üçüncü aşamaya geldi. Bunu diğerlerinden daha zor kılan rampa sonu olması ve orta da büyük bir toprak kırığı olması. Burayı da aşmak için tüm hazırlıklar yapıldı. Artık çıkmak için her şey hazır, direksyona geçtim, marşa bastım…




Ama benim marşa basmam arabam tarafımdan olumlu bir tepkiyle karşılanmadı. Araba marş basmıyordu, bu başa gelebilecek en kötü şeylerden biriydi. Normalde dert edilmeyecek bir aktarmayla hallolabilecek bir durum en yakın yerleşim yerine ulaşabilecek anayola 5 kilometre uzaklıkta olunduğundan bir kabusa dönüşebiliyor. Bu sefer soru hiç çalışmadığım yerden gelmişti. Şimdi dönüp düşünüyorum da bu şok anında ne yaptım diye. Arabadan indim, mataradan bir kahve doldurdum ve ilk asılan suratımı düzelttim. Ağlasan neye çağre, elbet bir şekilde halledecez. Telefonla ortağımı arayıp durumu anlattım, benden biraz süre istedi ve beni geri arayacağını söyledi. Buarada kendim nekadar stres olsam da Sedat’a rahat gözükmek ve onu rahatlatmak durumundayım. Telkinlerde bulunup konuyu değiştirmeye çalışırken ortağımdan telefon geliyor. Bir oto elektirikçisi bulup yola çıkmışlar bile. Böylece işin çözüme giden bir bölümü tamam. Fakat bizi bekleyen ve acele çözülmesi gereken başka bir problem var. Yardım bize nasıl ulaşacak? Yeri bilenin bile ikinci defa zor bulduğu bir yerdeyiz. Olduğumuz yere iki yerden ulaşım var biz zor olan taraftan geldik, ama devamında gideceğiz yer çok geniş, geldiğimiz yere göre daha rahat bir yoldu, yer kuruyken normal arabalara bile nadir de olsa rastlanan bir yoldu. Ordan gelinecekti ama böyle bir havada o yol da kolay geçilmezdi, geldikleri araba standart bir pick-up tı çamur lastikleri falan yoktu. Bu yolu bilen, offroad tecrübesi olan biri kullanmalıydı arabayı. İçlerinde yolu bilen olmadığından vakit kaybetmeden anayola doğru yürümeye başladık.  Anayola orman içinden yürüyerek gidiliyordu ve havada kararmaya başladığından pek tekin değildi. Yanımıza su, fener ve tüfek alarak yola çıktık. Tam bir saatte anayola ulaştık, bizden bir 10dk sonra da yardım ekibimiz geldi. Hiç vakit kaybetmeden direksyona geçerek belki de en riskli görevi devraldım. Yürürken yolboyu kendimize noktalar belirleyip yol hesabı yaptık, çünkü yolda çok ciddi çamur birikintileri vardı, bu aracı eğer batırırsam çok ciddi bir mesafeyi geri yürümek zorunda kalabilirdik. Neyseki bu sefer kötü senaryo olmadı, ve on dakika içinde aracın olduğu yere vardık.  Saat de iyi cene geç olmaya başlamıştı, açlık ve yorgunlukta iyiden iyiye kendini hissettirirken  bir saatlik bir çalışmayla arabayı çalıştırıp bataktan kurtardık ve geri dönüş yoluna çıktık.
Başa ne gelirse gelsin hiç dönemediğimiz olmadı daha eve, evde karşılanma merasimim yine duygu doluydu. Sinir de bir duygu ifadesi sayılırsa tabi. Okadar çamurlu bir insanı kimse gülücükle karşılamaz heralde…

5 Kasım 2010 Cuma

Yedigöller Yöresi Seyahati





Yedigöller Yöresi
Çok kişiden duymuştum Yedigöller Yöresini, anlatılanlar okadar etkiliyiciydi ki kafamda resmettiğimde karşıma cennetten bir parça çıkıyordu. Gitmeye karar verdikten sonra yaptığım ön araştırmalarda karşıma çıkan her yeni yorum beni daha da heyecanlandırdı. Kafaya zaten koymuşum gitmeyi ama tek başına da yapılacak iş değil tabi. Çünkü yaptığım planda çadırla kamp kurmak var, bu da amiyane tabirle söylemek gerekirse her yiğidin harcı değil tabi. Esra’ya konuyu açtığımda “sana iyi tatiller canım, varınca ararsın” diyerek kısa bir cevapla gelmeyeceğini söyledi. Tatillerin vazgeçilmez ekürisi Kenan ve kuzeni Onur yoğun uğraşlarım sonucu ikna oldular ve tatil günümüzü belirledik.
Esasında konunun gelişimini daha iyi anlamak için biraz evveliyatına değinmek gerekiyor, 29 Ekim tatilinden yaklaşık 2 hafta önce Onur beni arada ve kız arkadaşıyla Kapadokya’ya gitmeyi planladıklarını bizim de katılıp katılmayacağımızı sordu, biz de keyifli olabileceğinden katılabileceğimizi söyledik, ardından programa Kenan da dahil oldu, program sürekli değiştiğinden son olarak benim planladığım programla işin şeklini değiştirdim. 29 Ekim  sabah çıkış 30 Ekim dönüş Yedigöller seyehati şekillendi.
Ön hazırlıkları tamamlamak için uyku tulumu ve çadır aldım. Daha önce kamp yapmadığımdan, çadır kurmuşluğum yoktu, aldığım çadırı deneme amaçlı evin oturma odasında kurmam Esra’yı çıldırma noktasına getirse de şoku atlatması fazla uzun sürmedi.
28 Ekim gecesinden çadırımızdan, yakacak odunumuza, silahımızdan, ipodumuza her şeyimiz hazırdı. Bu arada belki silah yadırganabilecek bir şey olabilir ama unutmamak lazım ki doğa sporlarıyla medeniyetten uzak yerlerde normal dışı koşullarda uğraşıyorsanız kesinlikle güvenlik amacıyla bulunması gereken bir şey. İnsana karşı değil, vahşi doğaya karşı bir önlem. Bir ormanda yürürken hiçbir zaman karşınıza ne çıkacağını önceden bilemezsiniz.
Bu seyehate çıkarken 7 göllere gidenlerdeki normalde olan gezelim görelimden çok orayı yaşamk istiyordum. Akşam mangalımızı yakıp, ateşin etrafında ısınırken rakımı içmek, en güzel puromu orada yakmak, sabah hiç uyanmadığım bir manzarada gözlerimi açmak programımı yaparken düşlediklerimdi.
29 Ekim sabahı saat 11.00 gibi Kenan’ı almak için yola çıktım, onun öncesinde öarinaya uğrayıp buz kovası ve marinaın yanındaki tekelden poşetle satılan buzlardan alcaktım, normalde on dakika sürmesi gereken iş bu satırlarda yer bulacak kadar önemli bir hadise değildir. Tabi cadde trafiğe kapalıysa bu iş 1.5 saat sürüyorsa önem arz eder. Bu da sanki benim kaderim önceki sene de Ankara’ya BJK-Gençlerbirliği maçına giderken de aynı hadise başıma gelmişti. Ozaman Esra hamileydi ve yola çıkmadan aşerdiği bir şeyi istemişti o da beni aynı şekilde 1.5 saat aksatmıştı.
Bu rötar sonrası Kenan’la buluşup yola çıktık, ardından yolda giderken bir de baktık ki teyp çalışmıyor. Sigortası atmış, eski tip sigorta olduğundan her benzincide bulunan tip bir sigorta değil, yol uzun olduğundan hayati olmasa da halledilmesi gereken bir problem, ayıptır söylemesi lükslerimizden ve keyiflerimizden ödün vermeyi pek sevmeyiz. Neyseki yol üstündeki dükkanımı arayıp çevreden temin etmelerini rica ettim, uğrayıp beş dakika da onu da hallettik. Tam her şey tamamdır derken Onur’dan bir telefon, o da ne, uyku tulumunu unutmuş, dükkanın yakınında şansa bir outdoor mağazası var, o eksik de bir şekilde halledildikten sonra rötar hanesine toplamda bir saat daha ekleyip yola devam ediyoruz.
Güzergahımız e-5’ten Kocaeli’ne kadar gidip oradan TEM’e girmek ve Sapana yolu üzerinde aracıyla bizi bekleyen Onur’a katılıp ola devam etmek. Sorunsuz bir şekilde planladıklarımız gerçekleşiyor ve önlü arkalı yol almaya başlıyoruz. Benim aracım offroad aracı olduğundan maksimum 120 km hzla gittiğinden Onur’un bayağı hızını kesiyorum. Hedefte Bolu Dağı’nda mola verip, İsmail’in Yeri’nde karnımız doyurup Yedigöller’e devam etmek var. Buarada kalan tek ve en önemli eksiğimiz erzağımızı da buradan temin edeceğiz. İsmail’in Yeri’nde karnımızı doyuruyoruz, planda oradan mangal için çiğ et almak varken garsonun “Çiğ et satışımız yoktur” cevabıyla dumura uğruyoruz ve olmayan B planımızı yaratmaya çabalıyoruz. Benbu arada garsonu kitlyip ^kardeşim siz sipariş alırken isteğe bağlı az pişmiş çok pişmiş diyen müşterilere biz de pişirme standart mı diyorsunuz?^ diye sorunca garson hayır diyen gözlerle ve dumur bir suratla bana bakıyor ardından ^E işte ben de hiç pişmemiş istiyorumi hadi halledi ver canım^ diye devam etsem de ikna çabam sonuçsuz kalıyor. En sonunda 10 kilometre mesafede olan bir kasap tarifi alıyoruz. Vakit kaybetmeden oraya gidiyoruz, orada da mangallık et kalmamış çıldırmamak elde değil. Diğer bir Bolu klasiği Berceste’ye uğruyoruz oda bize normal pişmişinin daha üstünde bir fiyat verince kafamız bozuluyor oradan da almıyoruz. Kürkçü dükkanına geri dönüş misali İsmail’in Yeri’ne geri dönüyoruz, bu sefer mekanın sahibini buluyorum, kısa bir konuşmayla kamp yapacağımızı erzağımız olamadığını anlatıyorum, sağolsun anlayışlı birisi çıkıyor ve çalışanlarına yardımcı olmaları talimatını veriyor ve rötar hanemize 1.5 saat daha ekleyerek yola devam ediyoruz.
Eklenen bunca rötarın üstüne bir de uzun yoldan gidince karanlığa kalıyoruz ve ilk günümüz görsellikten uzak kalıyor.
Uzun yıl ve aksilikler sonucu Yedigöller Yöresine saat 9 gibi varabildik. Karanlıkta bir saatlik keşif yaptıktan sonra kamp yerimizi belirledik, açıkçası kafamda kuruduğumdan çok daha farklı bir kamp yeri oldu. Benim kafamda medeniyetten, insanlardan  tamamen uzak bir kamp yeri vardı.Yedi Göller’de kamp yeri olarak ayrılmış bir bölüm var ve orası dışında çadır kurmak ^Yassah^.
Sabahtan günübirlikçilerin istilasına uğrayacağını da göz önünde bulundurarak en uygun yeri bulup çadırımızı kurmaya koyuluyoruz. Buarada vardım merak etme demek için Esra’yı aramak istiyorum ama namümkün, Turkcell’in çekim gücü buraya teğet bile geçmemiş, en yakın çeken yer arabayla 20 dakika mesafede, yapacak bir şey yok. Gidip gelmem 40 dakika sürdü konuşmam 40 saniye, dönüşe kadar benden haber alınamayacağını merak etmemelerini söyleyip kapadım telefonu. İnmemle beraber artık çektiğimiz eziyetlerin meyvasını yeme vakti gelmişti, ve kimse buna mani olamazdı. Mangal yakıldı, rakılar kadehlere dolduruldu ve fonda Tanju Okan, Müslüm Gürses, Dario Morena karışımı çalma listesi, işte hayat bu dedirtircesine keyifli.
Keyif alırken de etrafı rahatsız etmek olmaz iye düşünürken bir insan türüyle daha tanıştım, müzik sesi rahatsız ediyor mu diye sormak için bize en yakın çadıra gittim ^Müzik sesi yüksek mi rahatsız ediyor mu?^ diye sorunca bayanın cevabı ^Arabesk mi dinliyorsunuz?^ oldu. Bende müzik dağarcığımızın geniş olduğunu özel bir istek parçaarı varsa çalabileceğimi izah edip, o yaşayan canlıdan uzaklaştım. Ben giderken arkamdan ^Biz Cem Karaca dinleyeceğiz.^ dedi.Malesef kadın hayata at gözlüğüyle bakan biri çıkmıştı. Onda müzik dinlemek olgusu yerine şarkıcı dinleme kavramı varmış meğersem, sanırsam bir sanatçıdan diğerine geçişte adaptasyon sorunu yaşayan biriydi. Lakin yarım saat sonra Yedigöller’de ^Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında^ diye bağırarak şarkı söylemesi , bulunduğu yeri de şaşırdığını gösteriyordu.
İlginç bir olayda kamp kurduğumuz yerde yaşandı. Bir masa üzerine bırakılmış iki adet poşet vardı, biz geleli 2 saat olmuş poşetlere gelen giden yok, çöpe atacaz ama gayet de muntazam duruyor. Sonra bakardın bakmazdın derken dayanamadık açtık, poşetlerden birinde domates, biber soğan, diğerindeyse, bir kısmı pişmiş bir kısmı da pişmemiş köfte duruyor. Bulunan ganimet hakkında yapılan ilk istişarede, çıkan sebzelerin gayet taze olup tüketilmesine, köftelerin pişmişlerinin doğal yaşamı destekleme amaçlı gelen hayvanlara verilmesine, pişmemişlerin atılmasına karar verildi. Mangal tüm hızıyla sürerken ganimetten gelenler de menüye eklenince olay daha da bir lezzetlendi. Ve itiraf etmeliyim ki hayatım da yediğim en güzel domatesti, belli ki bahçede yetiştirilmiş, hormonsuz saf bir domatesti. Biz bundan yola çıkarak bu domatesi bırakn adam bozuk köfte yemez diye düşünmeye başladık ve hadi pişmemişleri de mangala atalım dedik. Onlar da oldukça başarılı çıktı. Buarada Yedigöller’i bilmeyenler için kısa bir bilgilendirme, neye ihtiyacınız varsa yanınızda götürmeniz lazım, orada paranın sözünün geçtiği bir büfe bile yok.
Mangal faslını da bitirdikten sonra bir çöp varili bulup içine odunları yığıp kamp ateşimizi etrafa zarar vermeyecek şekilde yaktık. Bu kamp ateşinin yanında rüzgarsız ayaz hava, rakı, özenle seçilmiş ve ortama uyan ama teyzeye uymayan müzik de olunca işin keyfinden geçilmiyor.
Yol yorgunluğu, alkol ve bol oksijen birleşince göz kapakları erken pes etmeye başladı ve ateş keyfi 1.5 saati geçemedi, biz uyku tulumlarına sarılıp erkenden çadırlara geçtik. Kenan’ın demesine göre erken uyanılacak, bir iş olduğundan değil, çadırda rahat uyunamazmış gibilerinden safsatalarla beni kandırmaya çalışıyor kendince.
Kenan’ın dediklerinin aksine deliksiz bir uykunun ardından saat 11’e doğru uyandım, onlar saat 7’de uyanmış ve dibimdeki Onur’un arabasındaki akü bittiğinden araca akü takviyesi yapmışlar ve bunu da özellikle sesli yapmışlar ki belki uyanırım diye, ama nafile.
Uyanmamla beraber görev dağılımından bana düşeni söylediler. Onlar telefon açmaya giderken mangalı yakma görevi bana kalmıştı. Biraz sabah mahmurluğuyla göreve koyuldum. Mangal oldu mu rakı olmazsa olmaz dedim ama sağ taraftaki ^bu saatte olmaz^ derken ben sol taraftakine uymayı tercih ettim ve inceden bir kadeh hazır hale getirildi. Gece boyunca uyurken soğuk hava soluduğumdan boğazlarım şişmiş, buzlu bir şeyler şişliğe iyi gelir diye düşündüm diyelim.
Mangalın tek hazır olan mataryeli kömür, başka hiçbirşey bırakmamışlar, ne çıra var ne de gazete, ben de gözümü Kenan’ın boş loto kuponlarına diktim, sonrasında öğrenince pek hoşuna gitmese de yoklukta elde avuçta olanı değerlendirmek lazım oluğunu anlatmam tepkisini bir nebze olsun azaltmaya yaradı.
Öğlen saati olduğundan günübirlikçiler de gelmeye başladılar ve her gelen bizim oraya olan yerleşimimize , çadıra, mangala, iskemlelerimize bakıp birbirinden ilginç sorular soruyorlar.
Gece burada mı kaldınız?
Ne yiyorsunuz?
Korkmuyor musunuz?
Buralarda ayı yok mu?
En son ayı soran teyzeye ‘Ayı var teyzecim, orada mangal yelliyor’ diye Onur’u işaret ettim Onur da uzaktan bakan teyzeye el sallayarak selam verdi.
Yalnız yiyen yalnız ölür misali, imrenerek bakanlara ekmek arası bir şeyler verip içki ikram etmeye başladı, kısa süreli bolca misafirimiz oldu. Bu mangal sefasını da bitirdikten sonra etraftaki dağınıklığımızı toplayıp çadırlarımızı kaldırdık. Ve diğer 6 gölü görmeden dönüş yoluna geçtik.
Erken çıkmamızın sebebi tatili bitirmek değil, biraz aksyon katmak. Dönüş yolunun sağında solunda bazı orman yolları var, buralara girip biraz off road yapıyoruz, tam bitti yeter artık derken yol boyunca yanımızdan akıp bizi tahrik eden dereye bir iniş buluyoruz, sadece göz göze gelmek bazen aksyona başlamak için yeterli oluyor. Dereye iniyoruz, dereyi geçip karşı kıyıya varacaz geçtiğimi kıyı da bir yarım ada, dağın yamacına bağlı olduğundan gidecek bir yer yok manevra yapıp geri gelinecek. Neyseki kalmadan bu aksyonu da atlatıyoruz, arabamız bizi yine mahçup etmiyor.
Bu tatili de, geride bıraktıklarımızı yaşadıklarımızı ve tabi en önemlisi ileriki gezi planlarımızı yol boyunca konuşarak 300 kilometreden geri saymaya başlıyoruz.